Pazartesi, Aralık 04, 2006

BİR AÇIKLAMA...

sevgili okuyucular
uzun süredir yeni yazı yayınlamadım. daha doğrusu yayınlayamadım. başarının en büyük düşmanı mazeretmiş. o yüzden hiç bir mazeretin arkasına sığınmadan tembelliğimi itiraf ediyor ve özür diliyorum. en kısa zamanda yeni yazılarla bu siteyi güncellemeye devam edeceğim. tabii sizin dualarınızla.
muhabbetle...

SİGARAYA BAŞLAMA DENEMELERİ 2

Üçüncü deneme:
Babaannem çağırdı. Elinde yeni sardığı sigara. “Al oğlum” dedi. “Sana sigara sardım.” Keyiflendim. Kendi elleriyle yaktı. Aldım ve dikkatlice dudaklarıma götürdüğüm sigarayı öper gibi aldım dudaklarımın arasına. Çok hafif bir nefes çektim. Aynı öksürük. Ciğerlerim sökülüyor sandım. Babaannem “Çek oğlum çek” diye teşvik ediyor. Çekiyorum öksürüyorum, çekiyorum öksürüyorum... Baktım gururumu incitecek kimse yok attım sigarayı ocağa. “İçmiyorum ben” dedim babaanneme. Gözlerimden sel gibi yaş geliyor. “Aferin” dedi babaannem. “Oğlum kötü bir şey bu sigara” dedi. “Bak ölüyordun az daha. Alışma bu fışkıya. Deden yemek yemiyor sigara içiyor. Bırakmaz sonra yakanı” dedi. Sonra da benim çok sevdiğim sütlü ekmekten verdi. Koşarak harman yerine gittim.
Dördüncü deneme:
Durna halamın bahçesindeyiz. İncir ağaçlarının tepesinde yakalamaç oynuyoruz. Daldan dala atlamaktan yorulduk. Cumali (benden bir yaş büyüktür.) “Haydi gidip bostan toplayalım” dedi. Bizim orada bostan diye kavunun ilk yeşil haline denir kıtır kıtır ve çok lezzetlidir. Gittik tütünlerin arasına rastgele serpiştirilen köklerden bostan toplamaya başladık. “Sen sigara sarmayı biliyor musun?” diye sordu Cumali. “Yok” dedim. “Hiç sarmadım ama ebem (ebe - babaanneye böyle denirdi) sararken gördüm.” “Ben biliyom” dedi. “Ama kağıt yok.” “Gazeteye saralım.” Bu dahiyane fikir benden gelmişti. Başladık yerdeki kuru tütün yapraklarını toplamaya. Yeteri kadar topladığımıza kanaatimiz getirince evin yakınına gelip haymanın bir köşesine sakladık. Cumali evden gazete ve çakmak getirdi. Tütünleri elimizde ufaladıktan sonra damarlarını ayıkladık ve sardık gazete kağıdına. Görüntüsü hiç hoşumuza gitmemişti. Çok kalındı ve her tarafından tütünler dökülüyordu. Yaktık. Berbat bir duman hem ciğerlerimi mahvetti hem gözlerimi. Üstelik gazete kağıdı tutuşmuş yanıyordu. Ayağımızla ezip suya koştuk. Sürekli su içiyor ama boğazımın yanmasını soğutamıyordum.
Beşinci deneme:
İskenderun’dayız. İlkokul ikinci sınıfa gidiyorum. Babam bana matematik dersimi yaptırdı. İçtiği sigara o kadar güzel koktu ki müthiş bir istek uyandırdı. Babamın mutfağa gitmesini fırsat bilip sehpanın üzerinde duran paketten bir sigara almak istiyor ama cesaret edemiyordum. Olurdu olmazdı derken elimi attım bir tane çabucak çekip defterimin ortasına koyup kapattım. Babam dönmüş ama farketmemişim. “Eş....oğlu...ek” deyip enseme yapıştırdı şaplağı. Burnum da sehpaya değince başladım ağlamaya. Annem geldi. Babam, paketten sigara aldığımı söyleyince sert bir tepki gösterdi annem. “Tabii” dedi “sen içiyorsun o da içmek istiyor. Neden vuruyorsun çoçuğa?” Çok sinirli olmasıyla tanınan babam müthiş bir olgunluk gösterdi. Paketi aldı, elinde sıktı ve sobanın kapağını açıp attı içine. “Aha” dedi “bir daha içmeyeceğim.” İçmedi. Babamın ağzından başlayarak ciğerlerine kadar yara olduğunu, uzun bir süre yemek yiyemediğini, hatta doktorun tekrar sigaraya başlamazsa ölebileceğini söylediğini hatırlıyorum. Başlamadı. İyileşti.

Salı, Eylül 05, 2006

SİGARAYA BAŞLAMA DENEMELERİ

Birinci deneme:
Altı yaşındaydım. Yayladayız. Sadece dört evin olduğu sakin bir yer. Dedem felç ve kör olduğu için sürekli yatıyor. Babaannem dedemin her ihtiyacına yetişiyor ve arada sırada ona sardığı sigaraları içiriyor. Dedemin bir tabakası var. Tabaka sigara ile dolu. Babaannemin olmadığı bir zaman girdim dedemin yattığı odaya. Tabaka ocağın üstünde duruyordu. Aldım. İçinden iki tane aldığım gibi koşarak uzaklaştım. Yurt narı dediğimiz dedemin hasta olmadan önce çadır kurup yaşadığı nar ağacının altına saklandım.
Murat da geldi nefes nefese. Etrafta kimse yoktu ama korkudan ölecektik. Epey dinlendikten ve sonra güvende olduğumuza iyice kanaat getirdikten sonra sigaraları çıkardım. Biri bana biri Murat’a. Sigaraları ağzımıza aldık ve ben çakmağı almadığımın farkına vardım. Sigarayı Murat’a uzatıp fırladım eve. Babaannemi tabaka elinde beni bekliyor gördüm. “Gel buraya” dedi. “Sigarayı sen mi aldın tabakadan?” İnkar edemedim. Hiç yalan söyleyemezdim. İtiraf edince güldü babaannem. “İçebiliyor musun ki oğlum?” dedi “ziyan etme sigarayı.” Kafamı salladım sonra da “Çakmak yok ki” dedim bütün saflığımla. “Çakmağı vermem” dedi. “Ortalığı yakarsın sonra. Getir ben yakayım iç.” Gittim Murat’ın yanına. “Gel” dedim “babaannem yakacak. Orada içelim.” “Olmaz” dedi. “Anneme söylerse çok kötü döver beni. Sonra içeriz beni görmeden gideyim ben.” Gitti. Döndüm eve. Babaannem “Getir” dedi. “Yakayım.” “Yok” dedim. “Canım istemiyor şimdi.” Murat gidince bütün cazibesini yitirdi sigara. İçemedim.
İkinci deneme:
Bizim bahçenin alt tarafından köye giden asfalt yol geçiyordu. Ara sıra köyün arabaları geçerdi bir de sınırdaki karakola giden cemseler. Yere uzanır kulağımızı asfalta dayar vınlamaları dinleyerek arabaların ne kadar uzakta olduklarını tahmin etmeye çalışırdık. Zevkli bir eğlenceydi. En çok cemsenin gelmesini beklerdik. Askerler bazen çikolata atarlardı. Bölüşür yerdik. Bir gün yolun kenarında oynarken Mustafa koşarak geldi yukarıdan. İki yaş büyüktü bizden ama hep beraber oynardık. “Cemse geliyor” dedi. “Sigara isteyelim.” Hemen kabul gördü teklif. Cemse yanımızdan geçerken el sallayan askerlere başladık bağırmaya. “Sigara! Sigara!.” Kimse bir şey atmadı. Tüh deyip elimizi elimize vurduk. Sanki hakkımız olan bir şeyi alamamıştık. Mahzun gözlerle arkasından bakarken köşeyi dönmekte olan cemseden bir şeyin düştüğünü farkettim. Başladım koşmaya. Murat ile Mustafa da peşimden geldiler. Evet yerde bir paket vardı. Aldım hemen yerden. Doluydu. Sevincimizi anlatamam.
Hemen eve gittik. Mustafa benimleydi. Murat evin arkasında bekledi. Babaannem oradaydı. Çakmak istedim. “Aha inseği (yanan odun parçası) orada, burada yakın burada için.” dedi. Mustafa yaktı hemen. Ben ilk defanın verdiği heyecanla iki defa düşürdüm sigarayı. Mustafa’nın gülmesi dokundu bana ama belli etmedim. Yaktım sonunda ve ilk nefesi çeker çekmez gözlerimden boşalan yaşlarla beraber korkunç bir öksürük başladı. Gurur meselesi yaptım. Hem içiyor hem öksürüyordum.
Murat’ı hatırlayıp Mustafa’ya işaret edince evin arkasına gittik. Murat’ın sigarasını yaktık sigaramızla. Aynı öksürük onda da oldu. İki nefes daha çekti ve attı yere. Ayağıyla bir güzel ezdi. Buraya yazamayacağım bir küfür etti. Ben de daha yarısına kadar içtiğim sigaraya aynı muameleyi yaptım. Mustafa içmeye devam etti.

devam edecek...

Pazartesi, Ağustos 14, 2006

ÇUJOY (YABANCI)

bir roman denemesinden bir parça...
..................................
İki yıl önceydi. Dima arkadaşları ile buluşacağını söyleyip geç geleceği için özür dilemişti. Yakında yeni yıl gelecekti. Yeni yıl kutlaması için bir prova yapacaklardı. Gerçi içmek için bahane aramaya gerek yoktu. Üç kişi bir araya gelseler bayram sayılır içmek için bir sebep aramazlardı. Dima çok içen birisi değildi. Marina onu hep ölçülü hareketleri ile tanımıştı. Geç geleceği zaman diğer erkeklerin aksine mutlaka eve haber verir ve hatta gizli bir izin isteği olurdu bu. Marina’yı çok mutlu ederdi. Beş yıllık evlilikleri bu yüzden hep sadakatle devam etmiş birbirlerine sevgileri hiç azalmamıştı. Hem o gecenin bir hususiyeti vardı. Dima’nın üniversiteden arkadaşı İliya şehirlerine gelmişti. Onu yalnız bırakmak Dima gibi bir insana yakışmazdı. Marina ona evet derken “Yarın dinleyeceğim kimbilir ne hikayeler olacak?” diye için için sevinmişti de.
Dima geç saatlere kadar arkadaşlarıyla eğlenmiş sonra ölçülü yaşantısının gereği olarak izin isteyerek arkadaşlarının ısrarlarını savuşturmuş eve doğru yola çıkmıştı. Çok sarhoş değildi. Ona otopsi doktor öyle demişti. Yolda gelirken ayağının takıldığı ağaç kökü onu boylu boyunca yere uzatmış kafasının yere şiddetle çarpması sonucu bayılmıştı. Dima’yı görenler yine bir sarhoşun macerası diyerek başlarını çevirip gitmişlerdi. Ama haksız da sayılmazlardı. Hemen her gün sayıları yüzlerle ifade edilen sarhoşluğu adeta meslek edinmiş bazı insanlar üst üste içtikleri votkanın kanlarının kaynatması sonucu soğuğa aldırmadan sokaklara düşerdi. Buzun içinde yatakta yatıyor gibi sakin yatan bu insanlar sabah kalkar sonra da işlerine giderlerdi. Ambulans servisindekiler sokakta yatan bu insanlar için yapılan ihbarlara o kadar alışmışlardı ki sıralamada en sona koyarlardı. İşte Dima böyle bir yanlış anlamanın kurbanı olmuştu. Onun hakkında bir ihbar bile yapılmamıştı.
Marina gözlerinin yaşardığını Sergey’in dikkatli ve meraklı bakışlarını üzerinde yakaladığında farketti. Hep güçlü bir kadın olarak görünmüştü Sergey’e. Ona babasının yokluğunu hissettirmemeye çalışmıştı. Gözyaşlarını silmek için teşebbüs ettiğinde aslında ağlamaya ne kadar ihtiyacı oluğunu farketti. Kadındı o. Güçlü anne imajı yerle bir olsa da içinden geldiği gibi davranmaya karar verdi. Göşyaşları aşağıya doğru süzülürken Sergey’in teselli veren bakışlarını gördü. Sergey annesini anlamıştı.
Yolda bütün bunların tesadüf olup olmadığını düşündü. Sergey hiç adeti olmadığı halde gece dolaptan reçel kavanozunu izinsiz alacak, masaya koyarken düşürecek ve kendisi bu kadar yıl büyük bir sabırla muamele ettiği oğluna kızarak tokat atacaktı. Sergey yaşından umulmadık bir hareketle evden kaçacak ve her tarafı sisin sardığı o karanlıkta oyun sahası içinde uyku tulumuna yatırılmış bir kişi bulacaktı. Sergey’in bulduktan sonraki halini düşündü. Ne kendisinde kızgınlıktan bir eser kalmıştı ne de Sergey’de kırgınlıktan. Acaba bu olaylar o insanın donup ölmemesi için birisi tarafından mı planlamıştı? Bir senaryoyu andıran olaylar zinciri bu düşüncelerin aklına misafir olmasına sebep olmuştu.
Marina koridora çıktığında Sergey’i bankın üzerinde uyumuş olarak buldu. Yanaklarına kondurduğu iki öpücükle uyandırdı. Eve bu saatte nasıl giderim diye düşünürken Nadya hemşirenin sesini duydu. “Volodya sizi eve bırakacak.” dedi “ Kahvesini bitirip geliyor.” Marina’nın yüzüne yayılan tebessümle ettiği teşekkürü duymadan tekrar içeri girdi. Sergey paltosunun düğmelerini ilikleyip kapşonunu kafasına geçirdikten sonra annesinin elini tutup yüzüne bakarak ben hazırım mesajı verdi. Çıkışa doğru yürüyüşe geçtiklerinde Volodya’nın odadan çıktığını duydular. Homurdanmasından yapacağı işten hiç de memnun olmadığını anlamak zor değildi. Marina duymamazlıktan geldi. Dışaıdaki soğuk adeta iliklerine işliyordu. Nadya hemşireye minnet duygularını gönderdi Marina.
Volodya kaba görünüşüne rağmen sakin bir insana benziyordu. Arabayı oldukça iyi kullanıyordu. Yolları ezbere bildiği belliydi. Hiç konuşmadan gidiyorlardı. Sergey tekrar uyumaya başladı. Volodya konuşmayınca Marina da derin bir sessizliğe büründü. Paltosuna iyice sarınıp bugün yaşadığı garip olayları düşünmeye başladı. Sergey’in reçel kavanozunu kırması, hiç adeti değilken ona attığı tokat, Sergey’in yaşından umulmadık bir tepkiyle evden kaçması parkta – 35 derecede parkta uyku tulumuna sarılmış bir kişinin bulunması, hastanede adamın dil bilmediğinin anlaşılması , üzerinde hiç kimlik olmaması onu gören doktorun bayılması ve kayıtlara kendisinin teklifi ile ÇUJOY diye yazılması. Sergey’le aralarında geçenin aslında o yabancıyı kurtarmak için birisi tarafından senaryolaştırıldığını düşünmeye başladı ama metafizik duygularla ve hele inançla arası hiç iyi değildi. Babaannesinin telkinlerinden kalan son inanç parçaları Dima’nın ölümünden sonra kaybolup gitmişlerdi. Gerçi Dima kilisede düzenlenen bir törenle toprağa verilmişti ama bu inancından değil dostlarının baskısı yüzünden olmuştu. Son zamanlarda herkes kiliseye gitmek ve ne kadar dindar olduğunu kanıtlamak için için adeta yarış halindeydi. O bunu samimiyetten uzak buluyor ve büsbütün dine kin bilemesine sebep oluyordu.
Gözleri camdan dışarıya kaydı. Yılbaşından kalma süs parçacıkları sağdan soldan göz kırpıyorlar hayatta kalmak için son çırpınışlarını yapıyorlardı. Evleri uzaktan görününce derince aldığı nefesi koyverdi. Ne zamandır nefesini tuttuğunun farkında olmamıştı. Sergey’i hafifçe sarsarak uyandırdı. İkinci defadır uyandırılan Sergey memnuniyetsizliğini belirten bir iki ses çıkardıktan sonra doğruldu. Yorgunluğu har halinden belli oluyordu. Uyku akan gözlerinde isyanın binbir türlüsünü görmek mümkündü. Gayr-ı ihtiyari kapanan gözkapaklarını açık tutmaya çalışarak annesine döndü. Annesinin gülen gözlerini görünce nazla karışık bir şikayet haline büründü ama eve geldiklerini farkedince doğruldu. Arabadan indiklerinde soğuğun dehşet veren yüzüyle bir daha karşılaştılar. Volodya’ya kısa bir veda cümlesinden sonra hızla kapıya doğru koştular. Sergey az kalsın yüzüstü düşüyordu. Annesinin paltosuna yapışması onu yaralanmayla neticelenecek böyle bir olaydan korudu. Üçüncü podyezd(bina girişi)in kapısından içeri süzülürken kapının üzerine takılan lamba sönük ışığıyla göz kırpar gibi bir yanıp bir sönüyordu.
Marina bu dehşetli soğuktan kaçıp dvuşka(iki odalı ev)sına kavuşmanın mutluluğunu yaşadı. Daha girer girmez kendini divanın kollarına teslim eden Sergey’in paltosunu dikkatle çıkardı. Yüzüne gelen saçlarını eliyle geriye doğru attı ve kucaklayıp yatağına götürdü. Çocukluğun ve uyku halindeki insanın yüzüne yansıyan masumluğu seyretti bir süre. Bugün olanlardan duyduğu pişmanlığı ona söyleyememiş henüz tam bir özür dilememişti. İki odalı bu ev onların mutluluklarının tanığıydı. Dima’yı arıyorlardı aramasına ama onu geri getirmenin bir yolunun olmadığını da biliyorlardı. Bu dvuşka onun hediyesiydi. Yıllardır çalışmanın karşılığı olarak verilen daire beş koca yıl her türlü hallerine ortak olmuştu. Gelin olarak girdiği ev burasıydı. Sergey’e hamileliğini bu evde yaşamıştı. Yumuk yumuk gözleri, minicik elleri ve sürekli bir şeyler fısıldıyor gibi kıpır kıpır dudaklarıyla hastaneden bu eve gelmişlerdi Sergey’le. Şimdi üzerinde uyuduğu bu yatağı almışlardı. Mavi kurdela ile sarılan konvert(hastaneden çıkarken sarılan kundak) açılmış küçük bedeni günler aylar öncesinden hazırlanan bembeyaz çarşafların arasına burada yatırılmıştı. Tıpkı şimdi olduğu gibi uykunun en rahatını burada bulmuştu Sergey hep. Ve bu yatakta büyüdü. Dima’nın gelmediği gece Marina da bu yatakta yatmış koyun koyuna geçen bir geceden sonra o yürek yakan haber gelmişti. Sergey’i yatakta bırakıp evden fırlayışını hatırladı. Günlerce olayın şokunu üzerinden atamamıştı. Ölümü kabullenmek o kadar zordu ki. İnsan bazen kendisi için vaki gördüğü ölümü nedense sevdiklerine yakıştıramıyordu.
Sergey’e izah edemeyeceği bir şeydi ölüm. Onun küçük ve saf aklının kabul edemeyeceği bir şeydi. Daha dün onlarla konuşan şakalaşan, yarınlara ait planlarından ve hayallerinden bahseden birinin birden yok olup gitmesi toprağa karışması büyüklerin aklının bile alamayacağı bir şeydi. Günlerce Sergey’e görünmemeye çalıştı. Babaannesine bırakmış hiç bir şey söylememelerini özellikle istemişti. Kafasında planlar yapmış, onun ruhunu yaralamadan ölümü nasıl anlatacağını kafasında kurmuştu. Ama çıkış yolu bulamadı. İnançlarına son noktayı o zaman koydu. Dima vakitsiz gitmişti. Gençti, hayalleri vardı. O kadar ihtiyar ve hasta varken Dima’nın gitmesi ruhunda fırtınalar kopardı. Üstelik o çok iyiydi. Ama kötüler, başkalarının haklarına saygı göstermeyenler yaşıyorlardı hem de çok iyi şartlarda yaşıyorlardı. Acı gözlerini öyle kör etmiş aklını öyle kamaştırmıştı ki papazın nasihatlerine sadece gülüp geçti. İsyanı kökleşmiş imanı uçup gitmişti. Bütün metanetini toplayıp çıktı Sergey’in karşısına. Tam konuşmaya başlayacakken Sergey önce davrandı. “Babam şimdilik gelemeyecek değil mi anne? Ama onu sonra görebileceğiz. Babaannem onun bizi her zaman göreceğini ve ihtiyacımız olduğunda yardım edeceğini söyledi. Çünkü iyi insanlar öbür tarafta meleklerle beraber yaşarlarmış. Biz de iyi olalım anne ve biz de melek olalım ki babamın yanına gidebilelim.” Başından aşağıya kaynar sular döküldü sanki. Öbür taraf, melekler, iyi insan olmak. Bu kelimeler kafasının içinde dönüp duruyorlardı. Sergey’in yüzüne baktı. Kederi gördü. Acıyı. Çaresizliği. Ve gözlerinin içinde ümidi gördü. Yeniden kavuşmanın esellisini bir anlamda ölümü öldürmenin verdiği güveni gördü. İmanı gördü. Onun hayallerini yıkmanın ruhunu allak bullak etmenin haksızlık olduğu ortadaydı. İşte kendisinin içinden çıkamadığı bir gerçeği kendisinin itirazlarına rağmen babaannesi bütün yalınlığı içinde izah edivermiş onu yıkımdan kurtarmıştı. Bir çocuk için babasının meleklere kavuşmuş olduğuna inanmaktan ve bir gün tekrar göreceği ihtimaline gönülden bağlanmaktan daha teselli verici ne olabilirdi? Kafasını onaylar mahiyette salladı. Tek kelime etmemeyi kendi fikirlerine saygı olarak kabul etti. “Şimdilik bu teselliyle yaşamasında bir mahzur yok.” diye düşündü. “ Büyüyünce nasıl olsa gerçeği ona anlatacağım.”
Özellikle bu odaya girip Sergey’e baktığında onun bir melek tarafından korunduğu fikri aklını işgal eder, ne kadar kafasından uzaklaştırmaya çalışsa da oraya çöreklenir kalırdı. Ama anlam veremediği bir şey daha vardı ki bu işin içinden çıkılması en zor olanıydı: “Neden hala Dima’nın sevgisini içimde taşıyorum? Sevmek aynı zamanda ümit etmek değil midir? Ne ümit ediyorum ? Bir gün çıkıp gelmesini mi? Bu imkansız. Öyleyse ümit ettiğim ona kavuşmak mı? Şimdi çoktan toprak olmuş bir insanın geri dönüp gelmesi ne kadar imkansızsa bir gün benim de ölüp toprak olduktan sonra ona kavuşmam o kadar imkansızdır. Ama neden, neden hala içimde yaşıyor sevgi ve ümit?” Cevabını bulamadığı sorulardı bunlar. Ama aslında yüreğine danıştığında kavuşma ümidinin içinde yaşamasını ne kadar çok istediğinin farkına varıyordu. Bir yanda kendini ikna ederek inançsızlığı rehber edinen aklı bir yanda ise bir türlü hakim olamadığı sevgisinin ve ümidinin menbaı kalbi. Şimdilik aklın reberliğini tercih etmişti. Ama ah yüreğinin sesini bir susturabilse.
......................................

Cuma, Ağustos 11, 2006

MENDİL KURUMADAN



Mehmet paçalarını dizlerinin üstüne kadar sıvayıp suya girdi. Ayaklarının altında çakılların kayganlığını hissediyordu. Yosun tutmuş taşlar ayakta durmasını zorlaştırınca büyükçe bir taşın üzerine dikkatle oturdu. Gelen dalgaların ıslatmaması için pantolonunu biraz daha yukarıya çekti.Su pisti. Limandan kaynaklanan pislik denizin her tarafını kaplamış artık denize girmek neredeyse imkansız hale gelmişti. Özellikle yaz aylarında iyice kesifleşen bir koku da vardı. Ama bütün bunlara rağmen denizin çekiciliğinden kurtulmak mümkün değildi. Yüzemezdi evet ama ayaklarını suya sokmasına mani bir şey yoktu. Ayaklarını suyun içinde hafif hafif sallarken yan tarafındaki arkadaşına baktı. Lütfi topladığı taşları suyun üzerinde kaydırmaya çalışıyordu. “Gel.” dedi. “Bak sana düz çakıl topladım.” Teşekkür ederek aldı Lütfi. Geniş geniş güldü. İlk taşı O’nun için gönderdi suyun üzerine. En az yedi defa kaydı. Memnun oldu. Eline aldığı taşları rastgele denize atmaya başladı.
Lütfi gelip oturdu yanına. Paçalarını sıvamıştı. Gelip geçen tekneleri balık avlayan martıları seyrettiler bir süre. Sakindi deniz. Sonsuzluk hissi veriyordu. Sürekli kıyıya vuran dalgaların bu sakin denizden doğduğuna inanmak zordu biraz. Sessizliği Lütfi bozdu. “Neden yüzmüyoruz ?” diye sordu. Cevap vermedi önce. Annesinin denize girmesini yasakladığını söylemek istemedi. “Su pis.” dedi. “Hem güneş de tepede hasta oluruz sonra.” Lütfi çaresiz sustu. Tanıyordu. Israr etmenin bir anlamı yoktu. Aklına muzipçe bir fikir geldi. Hızla kaldırdı ayaklarını ve “Yengeç!” diye bağırdı. Mehmet daha toparlanamadan ayaklarını tekrar suya soktu. Büyük bir su parçası sıçradı ayaklarının suya değdiği yerden ve Mehmet’in pantolonunu ıslattı. Silkelemek için hızla kalktı Mehmet ve o sırada gelmekte olan bir dalgaya hedef oldu. Pantolonu tamamen ıslanmıştı. Mehmet hırsla baktı arkadaşına. Kahkahalarla güldü Lütfi önce. Sonra arkadaşının gözlerindeki kırgınlık ile kızgınlık arası bakışlara gözü takılınca sustu. İçten içe büyük bir pişmanlık duydu. Ağzını açtı ama boğazına bir şeyler düğümlendi sanki. Sustu.
Mehmet bir hamlede sudan çıkıp otobüs durağına doğru yürümeye başladı. Otobüse yaklaştığında şoförün bu halde kendisini almayacağını düşündü.Islak ıslak binemezdi tabii. Gitti bir banka oturdu. Gölge olmayan bir yer seçmişti. “Bir sonraki otobüse yetişirim.” diye teselli etti kendini. Güneşte oturunca iyice içerlediğini hissetti Lütfi’ye. Bir özür bile dilememişti. Kendisi de hemen kalkıp gitmişti ama olsundu. Topu topu 50 metre uzaklıktaydı işte. Lütfiye doğru kaydı gözleri. O arkasını dönmüş umursamaz bir halde ayaklarını suyun içinde oynatıyordu. İyice bilendi öfkesi.
Lütfi üzüldü arkadaşının gitmesine. Öylece hareketsiz kalakalmıştı o giderken. Şaşkınlıktan bir özür bile dileyememişti. Ama öyle apar topar gidilir miydi hemen? Şaka kaldıramayandan arkadaş mı olurdu? “Asıl benim küsmem lazım.” diye düşündü. Görmüştü banka oturduğunu. Şoför almamıştı anlaşılan. “İyi” dedi “ Güneşte otursun da aklı başına gelsin biraz.” Sonra aslında onu suya girmeye ikna etmek için kasten şakanın dozunu kaçırdığını itiraf etti kendi kendine. Pişmanlığı katlandı. Başını kaldırıp uzaklara baktı. Okulda öğrenmişlerdi denizin bir sonu olduğunu ama şu an önünde uzanan denizin hiç sonu yokmuş gibi geldi bir an. Büyük, sakin ve sonsuzluk hissi veren denizin üzerinde limana girmek için sıra bekleyen gemilerden, öğle sıcağında bile balık avına ara vermeyen martılardan başka bir şey yoktu. Gezi motorlarının hepsi iskelelere bağlanmış, yaz aylarında dayanılmaz olan sıcakların tesirinden kurtulmak için insanlar şekerleme yapmaya çekilmişlerdi. Bir tek kıyıyı durmadan döverek çakıllarla oynaşan dalgaların, uzaktaki belediye çay bahçesinde dinlenen insanların ve martıların sesi duyuluyordu. İçinde büyük bir boşluk hissetti. Dönüp Mehmet’e baktı. Denizi seyrediyordu. Başını önüne eğip dalgaların oynaşmalarını seyre koyuldu.

Kuruyan pantolonunun, dizden aşağı kısmındaki tuzları silkelerken fark etti Lütfi’nin kendisine baktığını. Bakışlarının istikametini çevirmedi. Denizi seyrediyor gibi yapmaya devam etti. Yükselen buhar ağır bir koku getiriyordu burnuna. Yine de kurumasına sevindi pantolonunun. Tuzlar da yapışıp kalmasaydı annesi hiç farkına varmazdı. Annesinin kızmasından değildi çekindiği. Ne kadar kızarsa kızsın yine anne şefkatiyle kucaklardı onu sonra. Kendisini üzen annesinin güvenini boşa çıkaran bir insan durumuna düşmekti. Otobüsün sesini duydu. Seferini tamamlayıp dönmüştü anlaşılan. 15 dakika sonra yeniden hareket edecekti. Başını kaldırıp güneşe baktı. Daha hızlı kurutması için yalvarıyor gibiydi. Bir an önce eve gitmek, damdaki asmanın altına kurduğu hamağa uzanıp yatmak istiyordu. Güneşin altında pişmişti adeta. Sıcak ve yalnızlık dayanılır gibi değildi.
Otobüse doğru hareketlendi Lütfi. Şoför kapıyı açmış yolcuları almaya başlamıştı. Sıraya girdi. Biletini ve pasosunu çıkardı. -Her zaman sormasalar olmazdı sanki!- Adımını otobüse attığında Mehmet’in en arka koltuğa oturmuş olduğunu gördü. Gitti hiçbir şey olmamış gibi yanına oturdu. Otobüs büyük sarsıntılarla ağır ağır hareket etti. Tavandaki havalandırma kapağından içeriye hava dolmaya başladı. Lütfi’nin en büyük zevklerinden birisiydi bu hava akımının tam karşısına oturarak yolculuk etmek. Usulca kenara çekildi Mehmet. Lütfi ortaya doğru kaydı. Bir kelime bile etmeden tamamladılar yolculuğu. Son durakta indiklerinde hızlı adımlarla yürümeye başladılar. Sokağa beraber girdiler. Evlerine doğru ayrılırlarken de bir kelime etmemişlerdi.
Mehmet damdaki hamağa uzandığında fark etti ağladığını. Şaşırdı. Hep katı kalpli birisi olduğunu zannederdi. -Ağlamak da nerden çıktı şimdi!- Annesine mahcup olacağına mı ağlıyordu yoksa Lütfi ile küstüklerine mi karar veremedi. Belki her ikisine de. Hamağı yavaş yavaş sallamaya başladı. Asmanın üzerindeki üzümler de beraber sallanmaya başladı. Yemek istedi. Daha koruktu üzümler. Kalktı bir salkımdaki tek tük olgunlaşmış olanları seçerek kopardı. Avucuna biriktirdiği üzümleri yıkamaya giderken asmanın dalına bağlanmış bir mendil dikkatini çekti. Düğünlerde gelin arabalarının yan aynalarına takılan mendiller gibi düğüm atılmıştı. Üzümleri yıkamaktan vazgeçip gömleğine sildi hızlıca ve birer ikişer adeta çiğnemeden yuttu. Bu mendili bir ay kadar önce arkadaşlarını barıştırmak için kendisi bağlamıştı buraya. “İyi dostlar ıslak bir mendil yaz sıcağında kurumadan önce barışırlar.” deyip barıştırmıştı onları. Evet şimdi sınama zamanıydı. İyi dost muydular acaba? Mendili çözüp bir çırpıda indi merdivenleri. Güzelce ıslattı. Getirip aynı yere bağladı. Hamağa uzanıp beklemeye başladı. Bir yandan göz ucuyla mendili süzerken bir yandan da sözlerinin doğru çıkması için dua ediyordu. Bekledi. Bekledi… gelen giden yoktu. Mendil kurumaya yüz tutmuştu. Bir daha ıslatsam mı diye düşündü bir an ama bu düşünceyi çabuk kovdu kafasından. “Peki ben neyi bekliyorum?” diye sordu kendi kendine. “Onun gelip özür dilemesini beklemek bencillik değil midir? Ya o da beni bekliyorsa?” Hızla kalktı hamaktan. Merdivenleri ikişer üçer inerken düşüyordu az daha. Bahçe kapısını bile kapatmadan sokağa fırladı. Deli gibi koşuyordu. Komşu evin köşesini daha yeni dönmüştü ki beyninde şimşekler çaktı. Gözleri karardı ve ne olduğunu anlayamadan savruldu bir tarafa.
Gözlerini açıp baktığında elleriyle kafasını tutan Lütfi’yi gördü. Kendini toparlamış ayağa kalkmaya çalışıyordu. Göz göze geldiler. Ve arkasından yıkıldılar tekrar. Ama bu sefer kahkahalarla gülüyorlar, kendilerini tutamayarak yerlerde yuvarlanıyorlardı. Elele tutuşarak kalktılar ayağa. Sarıldıkları zaman bile hala gülmeleri devam ediyordu. “Mendil kurumadan…” dedi Mehmet ve ekledi Lütfi “ Mendil kurumadan…”

Not: Bu hikaye Moskova’da yayınlanan “DRUGİE BEREGA” yani “ÖTEKİ KIYILAR” adlı edebi derginin Mayıs 2003 sayısında iki dilde yayınlanmıştır.

Salı, Ağustos 01, 2006

1+1+1 = 1

Kolombiya`nın yetiştirdiği en büyük yazarlardan Gabriel Garcia Marquez “Aşk ve Öteki Cinler” adlı eserinde bir piskoposu şöyle konuşturur: “İsa’nın kanunlarını kabul ettirmek için okyanuslar aştık. Yortularda ve törenlerde buna muvaffak olduk , gönüllerde değil.” Bu itirafın yapıldığı zaman dilimi 19. yüzyılın sonlarıdır.

1492 yılında İspanya Kraliçesi ve Papalığın desteğiyle yola çıkarak Amerika kıtasını keşfeden İspanyollar, buraya sadece kan, barut, karışıklık ve bulaşıcı hastalık değil milyonlarca insanı öldürme pahasına yeni bir inanç sistemi de getirdiler. Engizisyonun çocukları Endülüs’te müslüman ve yahudilere reva gördüklerini yeterli bulamamış olacaklar ki hırslarını Amerika yerlileri üzerinde söndürmeyi denediler. Bugün Latin Amerika en büyük katolik nüfusa sahip.

Bir kaç gün önce El Tiempo Gazetesi’nde “Kilise Latin Amerikada Kontrol Gücünü Kaybetti.” başlıklı bir haber okuyunca aklıma yazıya serlevha yaptığım sözler geldi. Yazıda şikayet edilen konular bildik şeylerdi: “Kiliseye devamsızlık, papazların yaşadıkları lüks hayat, her gün birisi patlak veren cinsel sapıklıklar...” Ve devamla artık dinin insanların hayatında sadece bir aksesuar olduğundan dem vuruluyordu. En çarpıcı tesbitleri bu yazıyı göstererek yorumlarını istediğim Kolombiyalı’lar yaptı: “ Kilise’nin inanç doktrini bizim tatmin etmiyor. Ne zaman imanla ilgili soru sorsak “Bunlar çok derin meseleler bize lazım olan mantık yürütmek değil iman etmektir. Tanrı katında ancak böyle bir imanın değeri vardır” diyorlar. Hiç bir sorumuza tatmin edici cevap alamıyoruz. Ya her şeyi terkedip dinsiz olacağız ya da şüphelerimizin eksik olmadığı sorularımızın cevap bulamadığı bir dini yaşayacağız. Biz şimdi ikisinin arasındayız.”

Cevap verilemeyen en çetrefilli soru “teslis meselesi”. Müslüman olduğumuzu öğrenenler hemen neye inandığımızı soruyorlar. Tek Allah’a deyince şaşkınlıkları yüzlerinden okunuyor. Bunu hiç tereddütsüz söylememize şaşırıyorlar. Burada kilisenin aykırı hiç bir sese tahammül edemediğinin ve dayattığı inanç sisteminin üzerinde düşünülmesine izin vermediğini ayan beyan görüyoruz. Tek Allah inancını anlatınca başlayan itiraflar:

“Ben kilisenin dediklerine inanmıyorum. O yüzden terkettim. Sorarlarsa –evet katoliğim- diyorum ama bu inancı içimde hiç bir zaman yaşayamadım. Ben Tanrı’ya doğrudan dua ediyorum. Beni duyduğunu ve dualarıma cevap verdiğini görüyorum.”

“ Kiliseyi ahlaksızlığı teşvik ettiği için bıraktım. Her ne yaparsan yap gel kiliseye bağışta bulun ve bütün günahların affolsun. Çıkar çıkmaz yine günah işlemeye koş. Bunu asla kabullenemedim. Tanrı’nın bunu hoş görmeyeceğini çünkü vicdanımda bunu bana hissettirdiğini gördüm. Şimdi sadece O’nunla irtibat halindeyim.”

Bunları sayfalarca yazmak mümkün. En büyük handikaplarının ‘teslisi’ bir türlü anlayamamak olduğunu söylüyorlar. Kilise de bu meseleyi izah etmek yerine basit cevaplarla geçiştiriyor. Anahtar kelime “İman”. Buna iman edeceksizin ve soru sormayacaksınız. Düşünen insanlar için bu soru sormamak en büyük ızdıraptır. Peki sorunca cevap alamamak ?

Katolik dünyasının yaşadıklarını Ortodoks dünyası da yaşıyor. Yıllar öncesinden bir hatıra soruların ve cevapsız bırakılışın aynı olduğunu gösteriyor:

Mişa (Mikhail) adında zekasını, anlayışını ve analiz kabiliyetini çok takdir ettiğim bir öğrencim vardı. Hem Türkçe’ye çok kısa zamanda vakıf olmuş hem de ilgisini diri tutmak için bütün tatillerini Türkiye’de geçirir olmuştu. Bir Ramazan günü onunla müslümanlar için Ramazan’ın önemi hakkında uzun uzun sohbet ettikten sonra boynundaki haç kolyeyi gördüm. Altın rengindeydi ve belki de altındı. İşaret ederek ilk gördüğümden dem vurarak hayırlı olsun dedim. Yüzünü buruşturdu. “İnanmıyorum ben.” dedi. “Annem ısrar ettiği için takıyorum.” Neden inanmadığını soruyorum. Şöyle izah ediyor:

“Bize üç tanrı olduğunu kabul etmemizi telkin ediyorlar. Üç tane tanrı olur mu? diye itiraz ettiğimizde ise aslında hepsinin bir olduğunu izah etmeye çalışıyorlar. Üç tanrı toplanınca bir oluyor. Bu o kadar mantıksız ki aklım bir türlü almıyor. İlkokuldan beri matematik öğreniyoruz. 1+1+1=1. Hayatımda böyle bir matematik formülü görmedim. Mantıksızlığını dile getirdiğimde bana bu problemin imanla aşılacağını söylüyorlar. Aklım yatmasa, mantığım kabul etmese bile inanmalıymışım ki imanın büyüklüğü burada ortaya çıkarmış. Bir gün belki ikna olacağım ama o zaman aklımdan ve mantığımdan istifa etmem gerekecek. O günün gelmesini asla dilemiyorum.”

Onun bana söyledikleri aslında bir çok Rus’un kafasında olan ama dile getiremedikleri. Ben Mişa’ya Tanrı hakkında ne düşündüğünü soruyorum. Nasıl bir Tanrıyı kabul edeceğini soruyorum. Verdiği cevap size de çok ilginç gelecek:

“Tanrı çok kudretli olmalı. Her şeye gücü yetmeli. Ondan herşeyi isteyebilmeliyim. Onda insana ait eksiklikler olmamalı. Affetmek için aracıya ihtiyacı olmamalı. Her zaman yanımızda hissedeceğimiz bizi asla bırakmayan olmalı. Başkasının günahı için bizi cezalandırmamalı. Yani Tanrı her şeyiyle Tanrı olmalı.”

Yüzümdeki gülümsemeye bakarak benim Tanrı inancımı sorduğunda aynı fikirde olduğumu söyleyip ona İhlas Suresi’nden bahsediyorum. Tanrı hakkında dediği her şeyin bu surede çok özlü olarak anlatıldığını söyleyince yakından ilgileniyor. Yanımda olmadığı için maalesef bir meal hediye edemiyorum. Mişa daha sonra okuduğu İhlas Suresi’nden nasıl etkilendiğini bana anlatıyor. “Ama daha önümde açılacak binlerce kapı var.” diyor. “Her gün birini çalıyorum.” “İnşaallah ömrün yeter.” diye mukabele ediyorum. “Şeytanın sana kapıları kapalı gösterdiği gerçeğini unutma. Hem bazı kapılar içeriden açılır. Bence açık bulduğun ilk kapıdan gir içeri.” Gözümün içine bakıp gülümsüyor. O sene mezun olan bu öğrencimin akıbetinden haberdar olamadım. Ama arayışının onu sahil-i selamete ulaştırması için hala dua ediyorum.

Cuma, Temmuz 28, 2006

BİN HAYSİYETİM OLSA....

Cemiyet hayatının getirdiği zorlukları hepimiz yaşıyoruz. Stresle dolu olduğumuz, bunaldığımız zaman dilimleri artık çok fazla. Böyle durumlarda arkadaşlarımızı, yakınlarımızı, aile fertlerimizi ya da çalışanlarımızı incitiyor hatta bazen telafisi imkansız görünen yaraların açılmasına sebep oluyoruz. Ve aynı hallere biz de maruz kalıyoruz. Böyle bir durumda beklenti her iki tarafın da anlayışlı olması ve bunu problem haline getirmemesidir. Fakat herkes tarafından kabul edileceği gibi bu çok zor ve hatta imkansız gibidir.
Zaman zaman yaptığımız sohbetlerde söz dönüp dolaşıp kırmalara, kırılmalara, gücenmelere geliyor. Kime dokunsanız bir “ah” ile mukabele ediyor. Hatta bazıları yaralarının derinliğinden, yaşadıklarına af ile mukabelenin imkansızlığından dem vuruyorlar. “Cemiyet hayatına kasteden dine, millete ve vatana yapılan ihanet hariç affedilmeyecek suç yoktur.” deyince yoğun bir itirazla karşılaşıyoruz.
Bu arkadaşlarımıza ilk hatırlattığımız şey Efendimiz’in emri oluyor. “Yani bir mü’min üç günden fazla kat-ı mükaleme etmeyecek.” Bu emr-i Peygamberi acaba insanlardan muhali mi istiyor? Elbette değil. Efendimiz insan peygamber olarak cemiyetin içinde yaşamış emrettiği her mevzuyu yaşayarak talim etmiştir. Peki biz nasıl af insanı olacağız? Öncelikle biz hata ettiğimizde nasıl af bekliyorsak başkalarının da aynı ruh haleti içinde beklediğini bileceğiz. Kendimiz için istediğimiz ve kavuşunca mutlu olduğumuz bu hali neden Allah’ın kullarından kıskanıyoruz. Dolayısıyla affa nail olmak isteyen önce affetmeli.
Bir şeyi gözümüzde büyüttüğümüzde büyür eğer ehemmiyet vermezsek küçülür. O zaman şahsımıza karşı işlenen suçları öncelikle gözümüzde küçültmemiz lazım. Şöyle bir deneme yapabiliriz. Suçu temsilen A4 boyutunda bir kağıt al. Eğer kağıdı gözünün önünde tutarsan başka hiç bir şeyi göremezsin. Eğer kolunun yettiği kadar uzaklaştırırsan küçülecek az da olsa etrafı görebileceksin. Ama bu yeterli değildir çünkü hala gözünün önündedir ve büyüklüğü dikkatini çekmeye devam ediyordur. Şimdi muhasebeye başlıyoruz:
a- Elhamdulillah müminiz. Kadere inanıyoruz. Madem her şeyde kaderin payı vardır. Onu düşelim. En büyük pay kaderin olduğuna göre kağıdı ikiye katlayabiliriz. Suç yarı yarıya azaldı. Ama bu küçülmüş kağıdı gözünün tam önüne getir hala görüşünü engelleyecektir.
b- Senin canını sıkan, strese sokan, bunaltan yüzlerce hadise yaşadığını ve bu durumlarda kendini kontrolde zorlandığını hatırla. Demek ki sana karşı bu suçu işleyen insan için de aynı şartlar geçerlidir. Dolayısıyla eşya ve hadiselerin de payını düşmek lazım. Buyur kağıdı bir daha ikiye katlıyoruz. Bu kağıt hala gözünün önünde duruyorsa yine görüşünü engelleyecektir. Madem uzaklaştırmak zor oluyor devam edelim o zaman.
c- Şeytan gibi bir düşmanımız var. Nefsi de yanına alıyor mel’un ve sürekli bizi hataya sevketmek için uğraşıyor. Seninle uğraştığı zamanları bir hatırla. Zaman zaman teslim olmaya ramak kala kurtarıyorsun kendini. Herkes senin kadar talihli olmayabilir. O zaman bu işte şeytanın ve hazır askeri nefsin de payı var . Onları da bir düş. Gitsin onların başını yesin. Şeytan da kudursun. Enteresen değil mi? Kağıt iyice küçüldü. Ama hala gözüne batıyor. Uzaklaştıramadık gitti. Buyur son hamleye.
d- Be mübarek sen sütten çıkmış ak kaşık mısın? Ne haltlar karıştırdın, ne kadar sürçtün , düştün hesabını bir yap bakalım. O zaman sen kendi nefsinin payını düşmek için ne bekliyorsun?

Gördün mü artık neredeyse kağıdın katlanacak yeri kalmadı. O kadar küçüldü ki bir fiskeyle çöpe atmak işten bile değil artık. Şimdi kıyasla; bütün görüşünü kaplayan ve kendinden başka bir şey göstermeyen o suçtan geriye kalan miktar ehemmiyet verilecek ve dargınlığı devam ettirecek bir halde mi? Eğer hala gözümü tırmalıyor diyorsan “el insaf.” O suçu tekrar büyütmek istersen gözüne sokmak gerekecek. Hem gözüne zarar hem de mümince davranmanın özüne. At artık. Hah tamam. Eline sağlık. Allah kabul etsin. Dikkat edersen ne kadar mutlu etti seni.
Evet arkadaşlar tecrübeyle sabittir: Affetmek affa nail olmaktan daha çok mutlu ediyor insanı.
Söz zamanın Bediisi’nin :
“Kardeşlerimden rica ederim ki: Sıkıntı veya ruh darlığından veya titizlikten veya nefis ve şeytanın desiselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan, arkadaşlardan sudur eden fena ve çirkin sözleriyle birbirine küsmesinler ve ‘haysiyetime dokundu’ demesinler. Ben o fena sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın. Bin haysiyetim olsa kardeşlerimin mabeynindeki muhabbete ve samimiyete feda ederim.”

28 Temmuz 2006

Çarşamba, Temmuz 26, 2006

YAZ(ama)MAK ÜZERİNE...

En büyük korkularımızdan bir tanesi yazmak. Hem çok istediğimiz hem de en çok kaçındığımız. Ve korkumuzda yalnız değiliz. Kime sorsanız türlü mazeretlerle neden yazmadığının savunmasını yapacaktır. Oysa dile getiremediği gerçek, korktuğudur. Beğenilmeme korkusu. Zordur bunu itiraf.
Kendimi değerlendirdiğimde ve çevremi dinlediğimde iki hususun engel olarak karşımıza çıktığı görülüyor: Birincisi “ya yazdığım beğenilmezse” korkusu . Diğeri ise “bir gün öyle bir yazı yazacağım ki yer yerinden oynayacak” beklentisi. İkisi de yanlış ve aşılması kolay meseleler.
Yazma öğrenilen bir davranıştır. Elbette Allah vergisi yazma kabiliyetiyle doğan insanlar vardır. Ama yazarların kahir ekseriyeti yazmayı sonradan öğrenmişler ve temrinlerle geliştirmişlerdir. Yani yazdığınızdan utanmanıza insanlar beğenmeyecekler diye korkuya düşmenize gerek yok. Bir el sanatını öğrenen kişi gibi yazmayı sürekli hale getireceksiniz. Nasıl ki Efendimiz “az ama devamlı ibadeti” tavsiye etmiştir. Yazıya başlayacak olanın da bu tavsiye üzerine az ama devamlı yazması ona yazma kabiliyeti kazandıracak ve başkalarını imrendirecek bir gelişme gösterecektir. Bazıları yazmaya nasıl başladıklarını anlatırlar kitaplarında. Onları okumak yol gösterici ve cesaretlendirici olabilir. İlk başlayanlara tavsiyem: Çok çok çekiniyorsanız ilk yazdıklarınızı kendinize saklayın. Biraz güven geldiğinde tavsiyesine değer verdiğiniz insanlardan yardım isteyin. Ve asla hemen beğenilsin beklentisine girmeyin. “Ummaki gücenmeyesin.” Bugün yere göğe sığdıramadığınız bir çok yazarın ilk yazılarının sizinkilerden daha iyi olduğunu kimse iddia edemez. Onlar azimle çalışmaya devam etmenin meyvelerini yiyorlar.
Yazılan bir yazı ile taşları yerinden oynatmak gibi bir ham hayal de yazmaktan alıkoyar. Hiç kimsenin ilk yazısı böyle bir bahtiyarlık yaşatmamıştır. Bu hissiyata sahip olan kişiler ya nefislerinin esiri olmuş megaloman tiplerdir (ki yücelttikleri enaniyetleridir.) ya da yazmamaya mazeret üretmek için böyle bir bahanenin arkasına sığınanlardır. Ve asla herşeyi tersine çevirecek yazıyı yazacakları o bir gün gelmez. Bu sinek sıklet birinin hiçbir antrenman yapmadan Muhammed Ali Clay ile maça çıkması gibi bir şeydir. İlk yumrukta yere serileceği muhakkaktır.
Yazmak için uygun zaman ve zemini beklemek de hatadır. Hayat bizim arzumuzun dışında kendi seyrinde akıp gidiyor. Hiç bir zaman bizim beklediğmiz zaman ve zemin olmayabilir. Bulduğumuz her fırsatta bir iki satır da olsa bir şeyler karalamak lazım. Şiir için söylenen “eğer maksut eserse bir mısra-ı berceste kafidir.” sözü yazı için de geçerlidir. Bazen bir satırla sayfalar dolusu duygu düşünce aktarılabilir.
Gönül ilhamullahın tecelligahıdır. Gönle gelenleri yazmayıp yok olup gitmesine sebep olmak bir kadir bilmezlik olmaz mı? Ya o ilham ihtiyacı olan birisine senin vesilenle ulaştırılmak istenmişse? Yani yazmamak insana mesuliyet de yüklüyor.
Dili güzel kullanmak okumakla mümkün. Kelime hazinemizin zenginliği hem kolay yazmamızı hem de derdimizi daha kolay anlatmamızı sağlar. Ama her cümlemizin hayranlık uyandıracak kadar güzel olmasını beklemek muhali taleptir. Sade ama düzgün cümle daha çok takdir edilecekir. Sürekli yazmak eksiklerimizi görmemize yarar. İnsanı en iyi yine kendisi düzeltir. Tevbe bunun için var.

Dolayısıyla yazmak için:
a- Korkularımızın ve beklentilerimizin esiri olmayalım. Hiç hürriyeti tatmama ihtimali var.
b- Uygun zaman ve zemini beklemeyelim. Hiç gelmeyebilir.
c- Bize bahşedilen ilhamları bad-ı heva zayi etmek kadirnaşinaslıktır. Kendine yakıştıran buyursun.
d- Hiç kimse ilk yazısı ile zirveye çıkmamıştır. Gayretsiz olmuyor.
e- Çok okumak lazım. Bazen bir satır kitaplar dolusu ilhamları gönle akıtabilir.
f- Az ama her gün yazmaya gayret etmeli. Gelişmeler çok şaşırtıcı olacaktır.
g- Geride bırakılan her eser hizmet etmeye matuf ise karz-ı hasen olacak ve amel defterinin kıyamete kadar açık kalmasına vesile olacaktır.
h- En kolay yazılanı hatıralardır. Neden kendinizi anlatarak başlamıyorsunuz ?

HEMEN ŞİMDİ !...